Bu Blogda Ara

14 Ekim 2012 Pazar

Kısa bir Lizbon hikayesi:)

"Nehoş" bloğuma uzun bir ara vermiştim. Planlı bir şey değil. Bir mola sayalım. Bu arada epey güzel, ne hoş diyebileceğim sürprizler yaşandı aslında. Zaman zaman ara, zaman zaman devam, benim bu blog yazma işi.… Paylaşmak güzel, o veya bu şekilde.. Birilerine bir ilham olmak, yardım etmek, bir tebessüm bırakmak gibi bir şey belki de bu blog benim nazarımda.  Yok öyle iddialı bir kaygısı. Nacizane karalamalar işte. Sıyrılıvermek kalabalıkların arasından, inzivaya çekilmek… sessizleşmek, susmak, biriktirmek, dolmak, taşmak, konuşmak(yazmak) kısa ve öz.



Şimdi sırada kısa bir Lizbon hikayesi var:)

Ne yalan söyliyeyim. Madrid'ten ucuz bilet bulduğum için Lizbonu da göreyim dedim. İyi ki görmüşüm. Elimde Saffet Emre Tonguç’un notları, defterime düşülmüş yapılacak birkaç önemli not. Ver elini Lizbon oldu benimkisi. Uçakta benim gibi yalnız seyahat eden Amerikalı Sheila ile tanışıklığım, seyahatimi birden neşelendirdi. Elindeki küçük defterde, benim defterime düştüğüm notlarla benzeşik; yapılacak, görülecek, yenilecek, içilecek listesi. Tamam okey, buluşuyoruz ve Lizbon’u birlikte keşfediyoruz kararı alıyoruz tebessüm içinde. Uçakta da metro planını çözüp, Lizbon haritasına hakim olup, nerde buluşacağımıza karar veriyoruz. 

Nasıl geçtiğini anlamadan ben otelime varmış, keyifli manzarının tadını çıkartırken buluyorum kendimi.  Otel görevlisi güler yüzlü Lopez, gidilmesi gereken yerleri defterime harita çizecek kadar kadar, lezzetli balık isimlerini unutmayayım diye kendi el yazısıyla yazacak kadar yardımsever bir Portekizli. Lizbonda gördüğüm denizi okyanus sanıp, onun deniz bile değil bir nehir olduğunu yine Lopez’den öğreniyorum..  Okyanus için Cascais’ye nasıl gideceğimi yine durak durak Lopez anlatıyor,  yazıyor, çiziyor.. Tam bir rehber. Sen sağol Lopez:) Bu arada Cascais'e gidin. Trenle 30 dakikada ordasınız. Şirin bir okyanus kasabası :) 
Lizbon’u İstanbul’a benzetirlermiş, ben daha mütevazi buldum ama andırıyor, tranvay var, yedi tepeli şehir. Birkaç tepesine çıktım. Tepelerinden bir tanesine St. George Kalesi tüm görkemiyle kurulmuş. Praca Dom Pedro meydanındaki odamın penceresinden gördüğüm bu kale, günün her saati etkileyici, davetkar. Tranvayla çıkın, tam bir manzara keyfi… Alfama taraflarından daracık sokaklardan bol fotoğraf malzemesi yaratarak da kaleye çıkabilirsiniz. Ayrıca bu şekilde daha fazla manzara noktasına uğrayabilirsiniz. Deniz ürünleri bol bol ve ucuz. Ginja adında yerel bir likörleri var. Mahalle aralarındaki sıradan büfelerde bile bulup iki shot atabilirsiniz. Çok keyifli. Belem kalesi ve pasta de belem  meşhur. Bu keki yemeden olmaz bence :)
Santa Justa asansörüne çıkıp yine 360 derece şehir manzarası yapıp, tepelerdeki yaşamlara karışabilirsiniz.
Fado gecesi düzenleyen çook çeşitli restoranlar var. Keyifli, hüzünlü, espirili bir fado gecesiydi. Tam turistik. :) Program bitince hemen mekan kapanıyor. :) Kalkın gidin diyorlar sanki:)
Baixa bölgesinde restoranlar, hediyelik esya dükkanları kafeler, kalabalık ve keyifli sokaklar. Bu bölgeyi gezebilirsiniz. Lizbon’a tekrar gitmek isterim. Çok keyifli, kendine has sakin ve huzurlu bir ritmi var buranın. Lizbon'un renkli sokaklarını seveceğinize eminim...
Sevgiler…  


10 Ocak 2012 Salı

"Mamma Mia" İtalyan Mutfaği Hakkında Çok Şey

Sizlere en son Madrid'i anlatmışım. Madrid'ten sonra Lizbon vardı sırada. Lizbon seyahati sırasında tutulan notlar, broşürler çıkarılmalıydı, fotoğraflara bir daha bir daha bakılmalıydı, seçilenlerin boyutları küçültülmeliydi. Yazısı yazılmalı, beğenilmeyip bazı bölümlerinin çıkartılması, üzerine bir yatıp-kalkıp bir daha okunup ondan sonra sizlerle paylaşılması gerekiyordu ve belli ki daha geniş bir zamana ihtiyaç vardı. Lizbon yazısı mutlaka gelecek Ama sıra şaştı. Hem bu blog sadece "leyleği havada gördüm" misali gezi notlarının paylaşıldığı bir blog değildi ki. Benim "ne hoş" dediğim herşeye yer vardı burda. Çok geç kalmadan sizlere Mamma Mia'dan bahsetmek istedim.

Mamma Mia, İtalyancada Annem demek. Bundan sonraki rotamı İtalya taraflarına düşündüğüm andan itibaren karşıma bir bir enterasan bilgi çıktı İtalya'ya ait.  Elvan Uysal Bottoni'nin  kaleme aldığı Mamma Mia kitabı da bunlardan biri. Bu bir yemek kitabı. Sıradan bir yemek kitabı değil. Elvan Hanım, İtalya'nın birçok noktasını gezerek orada İtalyan annelerle birlikte yemek pişiriyor. Tatlı tatlı o annelerin hikayelerinden bahsediyor. Hem geziyor, hem yeni lezzetler denememiz ya da oralara gidip bu lezzetlerin anavatanında tadına varmamız için hepimizi iştahlandırıyor ve bunu da o kadar tatlı bir dille yapıyor ki, sanki karşılıklı sohbet ediyoruz. Sanki arkadaşım. Anne'lerin yemekleri hep farklıdır, özeldir, daha bir lezzetlidir. Onu hissettiriyor bize. Kendisi de kitabını şöyle özetlemiş. "İnsan kokan yemek kitabı" Güçlü annelerin lezzetli yemekleri kokuyor ayrıca bu kitap...

126. sayfadaki Kaçça böreğini denedim. İtiraf ediyorum işin kolayına kaçtım. Fırından hamur aldım. Aldığım hamuru biraz zeytinyağı, un ve biraz tuzla yoğurdum aslında, kendime de çok haksızlık etmeyeyim. Hepimiz parmaklarımızı yedik. Çok lezzetli oldu.  Keşke fotoğrafını çekseymişim.

Kitabı alanlar görecek, stüdyo ortamlarında çekilmiş fotoğraflar yok. Bizzat mutfaklardan, alışveriş yapılan pazarlardan fotoğraflar var. Daha gerçek, daha bizden. Annelerin tarif defterlerinden kıyıda köşede kalmış, pek de fazla tanınmayan yöresel yemekleri bir daha su yüzüne çıkartıyor bu kitap. Roma, Napoli, Milano, Sardunya, Floransa ve daha birçok noktadan anneler yemek yapıyor, yemek kültürümüz artıyor, o anneleri ve yemeklerini tanıdığımız için daha bir mutlu oluyoruz. Değil mi? Ben çok beğendim. Sizlerle de paylaşmak istedim. Afiyet olsun. :)
Alın, okuyun, pişirin, gezin, 
hayatın tadına varın 
ve de gülümseyin :)

20 Kasım 2011 Pazar

Sokaklarında kaybolduğum şehir : Madrid

Sabahın çok erken saatlerinde Madrid'e ulaştım. Metroyla 3 ayrı hat değiştirerek Puerta del Sol Meydanına geldim. Hat değiştirirken bilet okutmuyorsunuz, aklınızda olsun, yani 1 Euro'ya havaalanından buraya varmış oldum. Meydana ayak bastığımda Cumartesi sabahı 08.30'du  ve meydan neredeyse boştu. Aslında hükümet eylemi yapanların çadırları, çadırlardan kafasını uzatmış uyanmaya çalışanlar, sokaklarda uyuyan evsizler, Madrid'in amblemi ağacı öpen ayı heykeli karşıladı beni. İlk intiba biraz merak uyandırıcı ve şaşırtıcıydı benim için. Bu meydan, herkesin buluşma noktası. Puerta del Sol, güneşin kapısı demek. Ne güzel güneşin kapısında buluşuyor herkes :) Kolaycacık otelimi buldum. Gittiğim yerlerde otel adı vermiyorum. Çünkü tamamen bütçenize, ihtiyaçlarınıza, keyfinize ve isteğinize bağlı otel tercihi. Bana göre uygun bir otel size göre uygun olmayabilir. Burada söyleyeceğim tek tavsiye, Puerto del Sol Meydanı, Plaza Mayor veya Gran Via civarında otel seçebilirsiniz. Bu söylediğim 3 yer de birbirine çok yakın aslında. Otelim eski bir Madrid evi. Taş bina, uzun yüksek duvarlar. Penceresinden ve balkonundan Plaza Mayor Meydanına açılan bir kapıyı görüyor. Sabahları, akşamları ayrı ayrı gruplar tam penceremin altında müzik yapıp para kazanıyorlar. Sabah erken gelmeme rağmen odama yerleştim ve akordion sesiyle hafif bir şekerleme yaptım. :) Şimdi Madrid'i keşfetme zamanı. Havaalanında turist bilgilendirme noktasından bir sürü harita ve broşür almıştım. Bir haritada, küçük yürüyüş rotaları belirlemişler. Bana da çok cazip geldi. Elimde harita, attım kendimi sokaklara... Sokaklarında kayboldum bu şehrin, kayboldum kayboldum buldum kendimi... Benim için keyifliydi. İşte gözlemlerim. İngilizce az biliyorlar. Ama sana yardım etmek için çırpınıyorlar. O kadar çok köpek var ki, herkes köpek gezdiriyor. Sokak aralarında küçük küçük meydanlar, meydanlarda kafeler, kafelerde keyif yapan sohbet eden insanlar, elinde bir gitar amaçsızca keyifle şarkı söyleyenler... Herkes kendi halinde.. Telaş yok, hırs yok, göz göze gelen gözlerde gülümse var.  Sokak adları fayanslara resmedilerek yazılmış ve duvarlara yapıştırılmış. Her sokağın bir adı ve de bir resmi var. Çok etkileyici. En beğendiklerimden birkaç örnek size.

Şehir Merkezi Gran Via civarında gezerken yankesicilere dikkat! Yolun sonunda bir yönünde Cervantes, diğer yönünde Don Kişot ve Sancho'nun heykelini görebilirsiniz. Meydanın hemen arkasında tepeye yerleşmiş güzel bir park var. Parkın içinde Mısırlıların hediyesi Depod Tapınağı yer alıyor. Sieastadan olsa gerek 14:00-18:00 arası kapalı. Ben gittiğimde de kapalıydı. Fıskiyeli bir havuz ve gökyüzü, fotoğraf için güzel manzaralar sundu bana ve buraya gelmeme değdi. Bir şey farkettim, Madrid bol fıskıyeli havuzlu bir şehir. :) Hazır parklardan bahsetmişken buranın en büyük parkı Retiro Parka mutlaka gidin. Önceden sarayın bahçeleri olarak düzenlenmiş ve sadece kraliyete aitmiş. Retiro İspanyolcada inziva demek. O kadar büyük olmasına rağmen heryer ziyaretçi doldu. Yine de inzivaya çekilebilecek bir yer bulabilirsiniz diye düşünüyorum, eğer isterseniz. İçinde yer alan gölde küçük kayıklarla bir gezinti de yapabilirsiniz. O kadar çok kayık var ki, izlemesi de fotoğraf çekmesi de keyifli.
Elimde yürüyüş rotalarını gösteren harita, ben şehri keşfederken, büyüleyici bir keman sesi beni kendine çekiverdi ve farkettim ki, burası Palacia Real sarayın giriş kapısı. Uzunca bir kuyruk var. Güneşin altında bu kuyruk ancak bu keman dinletisiyle çekilir olabilirdi. Sarayın ardından yanındaki La Almudena Katedralini mutlaka gezin. Rengarenk vitraylar içinizi açacak, heryere yansıyan renkli gölgeleri (dışarıda güneş varsa) huşu içinde bir ziyaret gerçekleştirmenizi sağlayacak. Tüm ibadet yerleri gerçekten güç veren yerler, buna inanıyorum ben. Etkileyiciydi gerçekten.

Şimdiki ziyaret noktamız Prado Müzesi. 12. ve 19. yüzyıllar arasındaki eserler, Goya, Velazquez, Rubens, Botticelli, Raphael gibi Avrupalı sanatçılara ait. Sizi hayrete düşürecek eserlerle dolu. Koca bir günü ayırmak gerekiyor. Hızlı bir tur ya da bazı katları gezmeden de birkaç saatte ayrılmanız mümkün. Barcelona'dayken Picasso'nun da çizdiği Las Meninas tablosunu Picasso yorumuyla görmüştüm. Madrid'te Prado müzesinde gerçek sahibinden,  Velazquez'in elinden çıkmış Las Meninas tablosunu görmek beni heyecanlandırdı ve bir reprodüksiyonunu aldım. Şu an salonumun duvarında o günlerin anısı olarak bana bakıyor:)

Kafelerde garsonlar İngilizce bilmiyor mu, bana mı rast geliyor anlamadım. Gayet işlek bir meydanda Corner cafede Tortella de Patata ve çay ile kahvaltı yapıyorum. Sadece beden diliyle anlaşıyoruz. Tortella patata, bizim patatesli yumurtamız. Çok lezzetli ama bizim gibi çok çeşitli kahvaltı sofralarına alışık olanlar için bu kadarcık menü doyurucu olmayabiliyor.

Madrid'in tarihi bir mekanına giderek kahvaltıya orada devam ediyorum. Yerel halkın da kahvaltı tercihi genelde çikolata ve churros'tan yana. Bizim tulumba tatlısının daha uzunu, şerbete batırılmamış, tatsız biraz daha yumuşak galeta gibi. Çikolatayla birlikte geliyor, çikolataya bana bana yiyorsunuz. "Chocolate con churros"u aslında birçok kafede bulabilirsiniz. Ama size tavsiyem, buraya gelen tüm ünlülerin de gitmiş olduğu tarihi "Chocolateria San Gines"e gidin. Puerta Del Sol'den  Calle Arenal'e doğru, San gines kilisesinin ordan sola dönün biraz ilerinde karşınıza çıkacak. Heryerde ünlülerin siyah beyaz fotoğrafları. Hoş bir mekan. Bizim İstiklal'deki İnci Profiterolü hatırlattı bana.

Richard Gere da gelmiş. Bir zamanlar oturduğu masada ben de çikolatamla chorruslarımı afiyetle yemiş oldum :)

Size, Plaza Mayor'a yakın bir yerde kaldığımı söyledim ama burayı anlatmamışım henüz. Dört köşesi binalarla çevrili 9 kapısı olan, restoranların, hediyelik eşya satan dükkanların, sanatçıların, gösterilerin olduğu kocaman bir meydan burası. Dünyanın ilk restoranı olarak Guinness Rekorlar kitabına girmiş Calle De Cuchilleros da bu meydanda. Bu meydana gece de gitmenizi öneririm. Bu meydanın her bir köşesinde eğlence var.

Madrid'te kaldığım birkaç gün içerisinde hayatımda gördüğüm en büyük eyleme de tanıklık etmiş oldum. İspanyanın dört bir yanından gelmiş tüm parklara, bahçelere, meydanlara çadırlarını kurmuş eylemciler; işsizliği, pahalılığı ve hükümeti eleştiriyorladı. Hükümet binasının bulunduğu yol kapatılmıştı. Ama sokağın iki ucuna çadırlarını kurmuş eylemci arkadaşlar megafon aracılığıyla haberleşiyor, herşeyi canlı canlı sanal aleme taşıyorlardı ve Polis hiçkimseyi engellemiyordu. Hatta turistlere bu yoldan geçmelerine izin veriliyordu. Polislerin önünde eylemlerini yapıyorlardı. Ne kargaşa çıktı ne korku vardı. Çadırlarından daha çıkmadan, kalabalık başlamadan birkaç fotoğraf almayı başardım. Bizdeki eylemlerle kıyaslandığında ne kadar farklı tablolar bunlar.

Madrit'ten bazı kısa notlar paylaştım. Unuttuklarım da var elbet. Gidin, görün derim ben:) Fıskiyeli havuzlarıyla, bolca karşınıza çıkan meydanlarıyla, güzel balkonlu evleriyle, heykelli binalarıyla, müzisyenli, canlı heykelli sokak ve caddeleriyle, ingilizce bilmeyen garsonlarıyla, tarih ve sanat kokan havasıyla burası gezilmesi, görülmesi gereken bir şehir. Sokaklarında kayboldum, kayboldum buldum kendimi. Kalın sağlıcakla ve sevgiyle...
Hayata gülümseyin :)



28 Eylül 2011 Çarşamba

Büyülü bir şehir : Barselona


Büyülü bir şehir Barselona... Sokaklarında gezerken sizi içine çekiyor, merak uyandırıyor, keyfin, eğlencenin ve huzurun bir parçası olmanızı sağlıyor. Kolayca ayak uydurabiliyorsunuz. Sıcakkanlı insanlar diyarı burası. Sanki çok uzun yıllardır burada yaşıyormuşsunuz gibi rahat, hem de ilk defa gelmenizin verdiği bir keşif duygusuyla aceleci davranabiliyorsunuz. Ne kadar aceleci davransanız da, bu huzurlu ritme kapılıp gidiyorsunuz. Sokaklarında müzik var, dans var, kostümlü maskeli sanatçılar var, eğlence var, gülümseyen  insanlar var Barselona'nın... İçinizde bir neşe, elinizde bir harita, sokak sokak keşfetmenin hazzı... Yeni yerler, yeni insanlar, yeni lezzetler... Evet Barselona'dan birkaç not sizlere... Buyrun:)
 

Öncelikle yeni bir yer, yeni bir şehir görmek istiyorsanız, bir tur şirketine ihyiyacınız yok. İnternet size herşeyi sağlayabiliyor. Biraz araştırma sayesinde biletimi, kalacak yerimi, gidilmesi-görülmesi gereken yerleri, yenilecek-içilecek listesini, hepsini organize ederek ayak bastım Barselona'ya. Artık her havaalanında "Turist Bilgilendirme" noktaları var ve çok faydalı :) Mutlaka havaalanındayken oraya giderek, harita, broşür ve bilgi almalısınız. Sonra nerden başlayacağınız size kalmış. O kadar turiste alışmış bir şehirki burası her yerde harita dağıtan ve sorularınıza cevap veren yardımsever insanlar var. Otobüs ve metro ağı çok gelişmiş ve kullanması çok kolay.


Barselona deyince Gaudi'nin mimari eserleri akla geliyor. Bu şehre anlam katan, sanat katan, güzellik katan eserler bunlar. Bitmeyen kilise Sagra da Familia milim milim işlenmeye devam ederek, muhteşem ötesi bir sanateseri olarak göz dolduruyor. Park Guell, La Pedrera, Casa Battlo Gaudi'nin diğer eserlerinden ve mutlaka gezilmeli. Hayran hayran birkez daha hayran olacaksınız. Doğadan esinlenerek yaptığı kıvrımlı, yuvarlak hatlı binalar rengarek çinilerle bezenmiş. Park Guell'e giriş ücretsiz. Giriş kapısından itibaren bir masal kitabının renkli sayfalarından birinde hissediyorsunuz kendinizi. Parkın heryerinde fotoğraf çektiren insanlar var. O rengarenk çinilerin üzerine oturuyorlar. Hiçbirşey zarar görmemiş. Ben burdaydım, ismim de bu der misali hirçbiryere isim veya başka birşey yazılmamış. Ben görevli görmedim, o yasak bu yasak diyen... Bu park herkese açık ve hiç zarar görmemiş. Şaşırdım ben bu duruma :) ve kocaman yeşil ağaçlar, çok güzel bir park. İşte bir huzur noktası daha size... Bu parkta saatlerce vakit geçirilmeli ve huzura doyulmalı….

Otelinizi Plaza da Catalunya bölgesinde seçmenizde fayda var. Şehrin tam merkezi burası. Hard Rock Cafe de burada. La ramblas caddesine de bu noktadan hemen geçiş yapabiliyorsunuz. La Ramblas, İstanbul’un İstiklal Caddesini andırıyor. En kalabalık ve en hareketli caddesi. Çiçekçiler, sanatçılar, cafeler, restoranlar, sokak sanatçılarının uğrağı… Bu caddeyi farklı saatlerde keşfetmek gerek. Aman kapkaççılara dikkat. Birkaç kişi etrafınızı sarabiliyor. İsponyolca, Katalanca bilmiyorsanız, kendi aralarında haberleşmeyi anlamıyorsunuz.  Şaşkına dönmüş bir halde siz hiiiiç hissetmeden onlar çantanızı açabiliyorlar. Ben kılpayı kurtuldum. O nedenle çantanıza ne yapıp edip bir kilit takmalı ve bu eğlenceli caddede gezerken dikkat etmeli. Mercat’a uğrayın. Bu cadde üzerinde büyük kapalı bir Pazar. Dünyanın tüm meyvelerini ve deniz ürünlerini bulabileceğiniz bir yer ayrıca çeşit çeşit jambon tabii.
La Ramblas’ın sonunda Kristof  Kolombun bir heykeli var. Asansörle heykele çıkıp, size kucak açmış limana ve sağlı sollu plajlara bir göz atabiliyorsunuz. Hazır buralardeyken Picasso müzesine gidin. Gitmişken Gotik mahalleyi bir gezin. Gotik Mahalle dedikleri yer dar sokaklar ve birbirine yapışık binalardan oluşuyor. Bu dar sokaklarda da tapas barlar, gitar çalanlar, yelpaze satanlar, güzel butikler, hediyelik eşya satanlar var. En güzeli davetkar kahkahaların cazibesine kapılıp içeriye girip kendizi asla yabancı hissetmeyeceğiniz tapas barlar…

Şimdi şehre daha da yukarından bakalım. Montjuic Tepesine  çıkalım. Olimpiyat stadından yukarıya doğru yürümeye devam edin. Tepeye çıkmanızı kolaylaştıracak bir teleferik çıkacak önünüze.Şehri panaromik olarak izleme fırsatı, tepedeki kaleyi de gezin. O kadar yol geldiniz burada bir soluklanın :)

 
Ne yiyelim? Tapas yiyelim. Çeşit çeit tapas. Bir nevi meze aslında. Çeşit çeşit kanapeler.. Paella yenilmeli. Pirinçten, bulgurdan, şehriyeden yapılan içine ne katarsan onla anılan bir çeşit yemek. Patata Barava dedikleri baharatlı soslarla sunulan patates kızartması süper. Sangria denien meyveli şaraplarına doyum olmuyor. Cava beyaz şarap da denenebilir.

1835’ten beri hizmet veren tarihi bir restoran olan Los Caracoles’e bir uğrayın. La ramblasın sonuna doğru solda ara sokaklaın birinde. Hala eski bir kuzinede yemeklerini pişiriyorlar. Hem de herkesin içinde :)


Yolculuğa çıkmadan Saffet Emre Tonguç’un yazılarından çok yararlandım. Saffet Bey bir yazısında şöyle diyordu. Atasözlerimiz bile farklı. Bizde "bugünün işini yarına bırakma" derler. Katalanlar ise “Manana” diyor. Yani, “her şeyi yarına bırak”. Çok eğlenceli değil mi? Buradaki insanlar dünyaya yaşamdan keyif almak için gelmişler. Siesta yapıyorlar. Gözümle gördüm. Dükkanları kapatıyorlar günün ortasında. Hayat duruyor mu, hayır. Hayat devam ediyor. Sevdim bu kenti ben. Bir daha bir daha gitmek istiyorum. Gidin, gezin, görün, keşfedin, yaşayın…

Hayatın tadını çıkarın
Hayata gülümseyin:)
Sevgiler

23 Ağustos 2011 Salı

Bulutların altındaki şehir: BERLIN

Merhaba,

Bu  yazımın konusu BERLIN :)
2 yıl önce Kasım ayında gittiğimde ve döndüğümde "I love Berlin" diyordum. Bu kez yaz mevsiminde Temmuz'un ortasında tekrar gitme fırsatı elde ettim. Aslında dilini bilmediğim üç ülke gezdim bu yaz. Almanya, İspanya, Portekiz. İşte bu geziden ilk durak Berlin'den birkaç not. Bulutların altındaki şehir : BERLIN
 
Berlin, turistik gezilerde genelde ilk sırada tercih edilen bir yer değil. Başta soğuk memleket, gerçekten kabul etmek gerek. Ama bana kalırsa Avrupa’nın en merak uyandırıcı kentlerinden birisi. Gerçekten bir Avrupa kenti. Ne kadar Türk istilasına uğramışsa da, elinizi attığınız her noktada Türk’e rastlanabilir olsa da medeniyet merkezlerinden biri Berlin. O kadar yeşil ki. Parkları, bahçeleri, gölleri, nehirleri, etkilenmemek mümkün değil. Tiergarten Berlin’in en büyük yeşil alanı. Bitmek bilmiyor. İçinde kaybolabiliyorsunuz. Çadır kuranlar, barbeku yapanlar, top oynayanlar, sessizce çimlerde güneşlenenler (çıplaklar dahil), bisiklet sürenler, spor yapanlar, koşanlar, dinlenenler,…. Kimse birbirini rahatsız etmiyor. Özgür ve saygılı. Hiçbir yerde bir görevli görmedim. Çimlere basmak yasak değil. Hiçbir yerde çöp de görmedim. Tiergarten içinde birkaç cafe de var. İlk gittiğimde haftasonuydu, Cafe çok kalabalıktı. Cafede hiçbirşey içmeden yemeden de oturabiliyorsunuz. Ayrıca tuvaletler tertemiz. Bunlar önemli detaylar :)
Küçük masalar, sandalyeler, göl kenarında güneşlenmek için şezlonglar atılmış. Güneşlenirken, göl manzaranızla huzur dolarken, ördekler ve kuğular manzarasına keyif ve neşe katabiliyor.
Berlin ayrıca, sanat ve kültür merkezi. Müzeler, sanat galerileri, kiliseleriyle gezilmesi gereken bir yer. İçinizi burkan bir müze ise Bergama (Pergamon) müzesi. Bizim sahip çıkamadığımız Bergama kalıntıları orada görsel bir şölenle sergileniyor. Dünyanın en çok ziyaretçi alan müzelerinden biri. İçerisindeki sesli rehberlerde Türkçe anons bile var. Efes ve Milet'ten bahsediyor ama Türkiye'nin adı geçmiyor. Bu işte insanın canını acıtan bir detay. Biz niye yapamıyoruz diye düşünüyor insan.
Berliner Dom. Berlin’in en büyük katedrali. Gitmişken gezmeniz, görmeniz gereken bir yer. Bence gün batmak üzereyken gidin. Sayısız merdiveni çıkarak çatıya ulaşmalı, gecenin ışıklarının teker teker yanmaya başlamasını, gecenin nasıl parlement mavisine döndüğünü görmelisiniz.  Ve mutlaka fotoğraflayın. Doyumsuz bir lezzet. Hemen yanında televizyon kulesi var. 230 metre. Çok merak edip çıktım. Ve yine gece manzarasının beni daha çok etkileyeceğini düşündüğüm için gece çıktım. Aslında panoramik manzara katı çok görkemli değil. Pencereleri iyi yapmamışlar. Berliner Dom'dan gördüğüm manzara kadar etkilenmedim açıkçası.
Berlin Duvarından kalıntıları, Check point Charlie'yi, Hayvanat Bahçesini görebilirsiniz. Melek heykeline gitmelisiniz. Zafer anıtı Siegessaule yani. Yukarıya çıkıp yine manzara keyfi yapmalısınız. Melek'lere inanıyorsanız, mutlu ve daha güçlü ayrılacaksınız ordan :)
Parlamento binasının cam kubbesi herkese açık ve ücretsiz. Ama internetten rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Yoksa sizi almıyorlar. Enteresan bir şey daha, Parlamento binasının önünde piknik setimizi serdik kahvaltı yaptık. :)
Charlontenburg Sarayı'na gitmelisiniz. Sarayın içi çok görkemli değil aslında. Ben doğaya hayran olduğum için içinden çok sarayın bahçesinden çok etkilendim. Ayrıca, çok keyifli bir klip çekimine denk geldim. 2 kat keyiflendim :) 
Başka başka neler var Berlin'de. Bir düşüneyim, nerelere gittim. Tabii ki dünyaca ünlü Brandenburger kapısı.
Burası için bir sembol. Şehrin ikiye bölünmüş olduğu yıllarda Doğu ve Batı Berlin'in ayrım noktasında bulunan Brandenburger,  soğuk savaşın sembolü. Paraların ve magnetlerin üzerinde bolca bu kapının fotoğrafını görebilirsiniz.
Biraz da yeme içme konuşalım. Berlin'in sosisleri meşhur. Her yerde uzun uzun çeşit çeşit renkte sosis ve sandviçler var. Lakin hiç yemedim. Sevmem çünkü. Ama Türkiye'de niye daha önce test etmediğimi bilmediğim birşey yedim. Ördek:) Muhteşem bir Vietnam restoranına gittik. Söylemeyi bir türlü beceremediğim Schönhauser Allee bölgesinde. (güzel evler alanı) Restoranın adı Mamay. Hayatımda ilk defa bambu ağacı çayı da içtim. Hatta evdeki bambudan yapabilir miyim dedim. Yok hayır, sakın denemeyin dediler. :) 
ve lezzetli ördeğim:) 


Ayrıca, şu rahat ortopedik Birkenstock terliklerden almadan dönmeyin derim ben. Çünkü Türkiye'ye kıyasla, çok ucuz. Güzel bir Berlin gezisiydi. 2. yarıda o kadar yağmur yağmasaydı, Botanik Parkını da gezecektim. Aklımda kaldı. Tabii ki arkadaşım Serdar'a evsahipliği ve rehberliği için ne kadar teşekkür etsem az. Şanslıyım.Mutlaka gidin görün gezin yaşayın derim.

Hayatın keşfini çıkarın...
Sevgilerimle...


6 Temmuz 2011 Çarşamba

Kakuleli tatlar....

Dizi mevsimi bitti, ama "Muhteşem Yüzyıl" dizisini takip edenler Osmanlı renklerinden oluşan reklam aralarını hatırlarlar sanırım. Herhalde birçoğunuz da kakuleli kahve rengini bu dizinin reklam aralarındaki anonslarından bu şekilde duydunuz. İnanın, böyle bir renk olduğunu bilmiyordum. Kakulenin, kahvenin rengini değiştirdiğinin hiç farkında değilim. Tadını değiştirdiği kesin. Sanmayın ki ben de bu şekilde öğrendim kakuleyi :) Kakuleyle tanışıklığım bundan 2,5 yıl öncesine dayanıyor. Sevgili arkadaşım Feza tanıttı bana da. Yanından hiç ayırmadığı kakuleleriyle o gün hem çay hem de kahve içmiştik. Evet kakule çaya da, kahveye de çok yakışan bir bitki. İri yeşil bir çekirdek tanesi gibi. İşte fotoğrafı :)

23 Haziran 2011 Perşembe

Sizi İpek Hanım'la tanıştırabilir miyim?

İpek Hanım çok şanslı. Annesi onu organik etiketli kavanoz mamalarıyla beslememiş. Onun için gidip Aydın Nazilli'nin Ocaklı Köyü'nde bir çiftlik kurmuş. Ve bu çiftlikte yetiştirdiği herşeyle besleniyor, büyüyor İpek. Çiftliğe de adı verilmiş. Çok şanslı. Bizler de şanslıyız ki İpek'in annesi Pınar Hanım, çiftliğinde yetiştirdiği ve Ocaklı köyünde köylülerin yaptığı tüm lezzetleri bize ulaştırabiliyor. Sizler de biliyorsunuz ki, yediğimiz içtiğimiz herşeyde bir kimyasal var artık. Ve su maalesef bu kimyasalları temizlemeye yetmiyor. "Organik" ifadesi kendi içini ne kadar doldurabiliyor. Pazarcı amcanın eliyle yapıştırdığı "organik" yazılı etiketler o domatesi organik yapıyor mu? Pınar Hanım diyor ki; Ege'nin köy ürünleri zaten yüzyıllardır organik, etikete gerek yok. Yazımın sonunda bu harika hikayenin sahibi İpek Hanım çiftliğinin web adresini vereceğim. Bence bu hikayeyi benden değil, direk ilk ağızdan dinlemelisiniz. Üye olmalısınız. İpek'in annesinin kaleme aldığı yazılarla birlikte haftalık ürün listesi size de ulaşmalı. Ben sadece heyecanımı paylaşmak istiyorum, ve bu çiftlikle daha çok kişi tanışsın istiyorum. İpek Hanım çiftliğinden her hafta sizlere ulaşan listeler üzerinden siparişinizi veriyorsunuz. Sizin için özenle bir koli hazırlanıyor. Hem de nasıl özen. Hiçbir ürüne zarar gelmemesi için koli içinde koli. Hemen ertesi günü elinizde.
Bugün yeni kolim geldi. Koliyi açmak çok heyacanlı gerçekten. Hepsinin hiçbir tarım ilacına maruz kalmadan yetiştiğini bilmek ve direk tarladan toplandığı gibi bana ulaştığını hissetmek. Koklamak. O kadar mutluluk verici birşey ki, hemen sizle paylaşmalıyım diye düşündüm. 
Domateslerim teker teker sarılmış. Kiloluk poşetler yapılmış (ben 3 kilo istemiştim) 3 ayrı poşet ve bir kolinin içinde. O da diğer büyük kolinin içinde. Fotoğrafraftaki 1 kilo damotesim. Kokusu o kadar güzel ki. Yemeğe doyamayacaksınız:)

Hangi birini yazsam, hangi birinin fotoğrafını koysam bilemedim. Patlıcanlar, biberler, salatalıklar... Salatalıkların hepsi ayrı boy. Tornadan değil, tarladan çıkmış belli.




Ya mısıra ne demeli. İnternette en çok GDO hikayesi olan Mısır. Mısır yemeğe korkar olduk. Bu mısırlar  başka. :) Mısır düşkünü biri olarak hazineyi bulduğumu düşünüyorum.


Sadece sebze-meyve değil çiftlikten gelen. Ya bala ne demeli,  ya kızılcık marmelatına ne demeli. Hepsi harika. Hangisinden bahsetmeliyim bilemedim.  Benden söylemesi. Fiyatlar gayet makul. Makul bir kargo ücretine koliniz kapınıza hazır geliyor hem de yüzbinkere daha organik, yüzbinkere daha lezzetli.
Mutlaka deneyin derim. Ne hoş değil mi? :)